19 Haziran 2010 Cumartesi

Papağan Matra


"Zaman yapıldığım öz;
Zaman beni sürükleyen bir nehir, ama nehir benim;
Beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim;
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren ne yazık ki gerçek; ben ne yazık ki Borges'im*"




PAPAĞAN MATRA

Başlangıçta hiçbir şey yoktu
Sonra gözlerini kırptı jaguar

Çiçekli gecelikler giyiyordu papağanlar
Nemli ve kasvetli hülyalara uyandılar
Gecelikleri soyunup geceyle başbaşa kaldılar
Sonra gözlerini kırptı jaguar
Dişlerini kaşıdı, sıfır dedi, tıslıyordu
Başlangıçta hiçbir şey yoktu
Sonra jaguara inandı ağaçlar

Sessizlikte bir taş gibi ufalanıyor
Un ufak oluyordu sözler ve şamanlar
Sonra sustu sessizlik. Bir ağacın üstünde
Kara jaguarın sol omzuna konan papağanın
Kırmızı - yeşil tüylerinin arasında saklandı
Lâl oldu, al oldu, ala oldu
Şamanların yılan ellerine yol oldu
Sonra şamanlar bir ağaca dayandılar
Jaguara inandılar

İnsanlar gözlerini kaçırmadan dosdoğru toprağa bakıyorlardı
Toprak gece gibi uluyordu, toprak inliyordu kara bir büyüydü
Eski bir iksirdi, zaman esansıydı, iç içe kapılardı. Büyüyordu
İnsanlar gözlerini kaçırmadan, dosdoğru topraktan geçiyorlardı
İnsanların hepsi çocuktu ve yeşil yapraklıydılar. Yola çıktılar
Sonra insanlar ağacın oğluna dayandılar, ormana inandılar

Yolun sonunda hiçbir şey yoktu
Sonra gözlerini kırptı jaguar

E.A.


"*El tiempo es la sustancia de la que estoy hecho.
El tiempo es un río que me arrebata, pero yo soy el río;
es un tigre que me destroza, pero yo soy el tigre;
es un fuego que me consume, pero yo soy el fuego.
El mundo, desgraciadamente es real; yo desgraciadamente soy Borges."

Jorge Luis Borges


Ağğğ

Ağladım
Birinin bu kentin sokaklarını sü.pürmesi gerekiyordu
Süpürdüm
Birinin bu kentin sokaklarında ölmesi gerekiyordu
Geberdim

Şimdi kazıyın beni
Ayakkabınızın altına yapışan zifiri asfalt şekeriyim.
Gözlerinizin kuytusuna serilmiş bitik serseriyim

Ah içimdeki çıkmaz sokaklar!
Ah içimdeki ölü şehir!
Ah mezarlığım!

Bir kara celladım, yatıyorum omuzlarımın üstünde
Kudretimden korkuyorum
Dantelden bir katedral gibi boynumu eğiyorum
Taşları delip tül eyliyorum teninden ince
Büküp semaya uzandırıyorum

Şimdi bu katedral, benim geçmişimdir
Şimdi bu katedral, senin hücrendir
Seni burada bırakıyorum

Seni bu gece burada bırakıyorum

E.A.

Mehtap

Martı kanı çisiyor üzerimize
Bir garip, ürkek yağmur indiriyor,
Asude.
Ayın efsunlu damlaları, yağıyor soframızdaki kadehe…

Uyandırmadan geceye düşen titrek gölgesini ayın,
Kurumlu ciğerlerimize küfrettiren
Ve derin
Bir nefeste, yüzüyoruz Boğaz’ı…
Bizler kederli şehrin boynundaki inci,
Bizler bir avuç yorgun ve kırık sedef parçası,
Martının kanadındaki, akşamdan kalma sabah yeli,
Bizler şişede balık,
Bizler, bir kederli Münir şarkısı…

Boğazımızdan buz ılığı akarken damlaları ayın,
Usulca süzülürken damarlarımıza bir beyaz gece,

Uyur mu hiç, iyot kokusu?
Viran kayıkhanenin dibindeki, deniz tozu?

Son Adalar vapuru da geçti,
Bir yetimhane çığlığı gibi
Öttürerek düdüğünü.
Belki de ömrümüzün son vapuru…

İstanbul,
Yanık üflüyor, neyi bu gece.

E.A.

Meskensizler


Gözyaşlarım bile sırçaydı, ağzında parçalanırdı
Ellerin sımsıkı kement, avuçlarında boğulurdum

Gece meskenimizdi,
Demir atmıştık en ıssız limanına,
Kimse görmemişti bizi.
Çünkü gece, gölgemizi yemişti.
Ve alır saklardı bizi, örterdi

Ve sen, ellerimi okşardın

Meskensizler, bıçağın keskin yüzünde dans eder hep sevgilim
En çok kanayana verirler ödülü
- Geceyle şaka olmaz çünkü -
Boynumuzda kara bir halat,
Yarasına en çabuk tuz basanın halatını keserler önce
Ama sen dikkat et,
Bıçak, asıl halatını kestiklerinde kanatır sevgilim

Aslında biz, hiç var olmamış şehirlerin kayıp çocuklarıydık seninle
Sığamazdık İstanbul’a
Kaldırımlara iz, barlara yankı olurduk
Ve saklardı gece bizi, örterdi.

Ve sen boynumu okşardın, sesin titrerdi, ıslanırdı

Yağmur yıkardı saçlarımızı
Utanmazdık
Mahalle kahvelerinde oturur, küfrede ede bayat çay içerdik
Hiçbir yere dökülmeyen nehirler akardı içimizden
Yazın bile yaprak tutmayan ağaçlar büyütürdük
Uçmaya çalışırdık,
Oysa birer karıncaydık

En güzel, ucuz şarap içtiğimizde sevişirdik
En güzel, bıçak kanırttığında savaşırdık
Ve en güzel, ölüme bir adım daha yaklaştığımızda severdik
Bıçkın sonların taze tortusuna karışmaktı arzumuz çünkü

Ve sen yüzümü okşardın, yanardı gözlerim

Meskensizler içli olur sevgilim,
Hırçın olan, aktıkları nehirdir
Biz seninle iki kırmızı Japon balığıydık
Akıntıya karşı yüzendik
Ve orospu mangalı gibi körüklemekteydi rüzgar
Ve imansızdı gece

Bizi toplasalardı, dört etmezdik
Seni bozdursalar, beş para etmezdin
Oralar bizim diyarlarımız değildi sevgilim,
Şaklamazdı kırbacın orada
Üstelik sen mertçe ölemezsin bile,
Geceyi terk edemezsin


Ve sen dudaklarımı öperdin, erirdik, karışırdık birbirimize
Bir tuhaf tufanın içinde, öylece.


E.A.

La Llorona


Frida... Sana...

Bırak beni hancı
Bırak da yoluma gideyim
Gidilecek uz, katran bir yolum var
Ama önce bir bardak daha şarap koy
Yok yok
İyisi mi testiyi bırak
Bırak testiyi, sonra gideceğim
Sedir kokulu sofaların üzerinde
Sütliman uykular uyuyacağım hancı
Ve unutacağım pişmanlığı
Unutacağım buğday tenli kederi
Şişelerce intikam aldığımı
Öyle bakma hancı
Bundan sonra bu enkazı kimse kaldıramaz artık

Ne diyordum
Evet gideceğim
Sonra
Sonra dünya yansa umrum değil be hancı
Kim ağlamış arkamdan
Kim büzmüş yılgın çenesini
Kim kızmış bana, dövmüş toprağımı demirden avuçlarıyla
Adımı haykırmış bulutlara

Söyle onlara, bana beyaz çiçek getirmesinler
Ben beyazı sevmem
Benim hiç beyazım olmadı hancı

Ne diyordum
Evet unutacağım
Bir zamanlar körkütük sevdiğimi de
Aldatıldığımı, aldattığımı da
Erkeklerimi de, kadınlarımı da,
Kan ter içinde seviştiğimi de unutacağım
Şişelerce intikam aldığımı da
Gecelerce geberdiğimi de unutacağım

Bir testi daha getir hancı

Kim demiş geceler karadır diye
Geceler kırmızıdır
Geceler kanar
Geceler yaradır
Gebedir acılarımızın sinsi ve soysuz
Yırtık ve çatlak çığlıklarına
Geceler kırmızıdır hancı
Kara olan biziz
Öyle bakma hancı
Ve sil o güzel, acemi yaşlarını
Ben herkes için ağladım yeterince

E.A.

Dip


Muazzam bir hızla semadayım
Göğün dibine doğru
Düşüyorum

Ellerim bulut içinde.

Uçmak diyor bazıları bu yaptığıma
Ama ben biliyorum;
Yukarıya doğru
Düşüyorum.

Buradan bakınca koca İstanbul çakırkeyif,
Zıpçıktı bir rakı bardağı kırılmış batıyor ciğerine
Meyhaneler, barlar marlar kan revan.
Galata’nın başı dumanlı,
Sokakları serseri sidiğine boyalı
Ve yerlerde sürünüyor sohbetli kavgalar,
Zahmetli vaazlar maazlar.
Kızların bacaklarında jilet izleri var.

Buradan bakınca kızların ciğerinde
Yastık kılıfına bulaşmış ruj lekesi var.

Ruj dediğin kırmızı olur,
Buradan bakınca
Kızların dudağında
Yangın var.
Ama kara gök süpürüyor kırmızıyı,
Lekeleri mekeleri, korkulu yürekleri.
Ve yerlerde sürünüyor ucuz palavracılar,
Uyuz yalancılar malancılar...


Muazzam bir hızla
Çakılacağım göğün dibine.
Bazıları uçmak diyor bu yaptığıma
Ama ben biliyorum;
En sert buluta çarpacağım,
Yağmur yüklü olacak.
Ve bir telaşla
Alelacele boşalacak İstanbul’un üzerine.

Ruj lekeli kızlar göğün dibi delindi diyecekler.
“Gö-ğün di-bi de-lin-di”
İçlerinden biri yukarıya kaldıracak başını
Rimelli kirpiklerine yağmur değecek
Ve yüksek sesle söylenecek:
"Başlarım göğün dibine mibine."

E.A.


stencil: dildo society

R.E.M.


Bütün devrimler,
Sen uyurken gerçekleşti.
Ben kendimle seviştim
Ve sen derin uykudaydın.
Bu yüzden,
Uykusuz kadınlar,
Gözlerinin ardında neler saklar,
Bilmiyorsun.

**

Geceleri çıkan tüm isyanları ben bastırdım.
İsyancıların tüm ipleri benim elimdeydi.
Cephane bendeydi.
Sen, içime sızdın diye sanıyorsun
Yeterince sustuk ve artık isyan dindi diyorsun
Ama gözlerimi tırnaklarımla nasıl oydum,
Bilmiyorsun.
Bir kadın neden ağlar,
Öğrenemeyeceksin
Seni bu dersten mahrum bırakıyorum.

**

En kayda değer kavgalarımız,
Sen uyurkendi.
Seni kırk bir kere bıçakladım,
Sen af diledin
Ben affetmedim
Ağlayarak ayrıldık ve şikayetçi olmadın.
Ama sen uyuyordun
Bu yüzden,
Artık sırtını neden okşamadığımı,
Bilmiyorsun.
Ellerime lüzumsuz bir kan bulaşıyor,
Sen görmüyorsun.

Tırnaklarımın arasında etin var, tenin var, terin var,
Parça pinçik dudakların var
Çünkü ne kadar derine dokunsam da
Ellerim reddediyor artık seni.
Sen giderek hararetlenen bir aşk yaşadığımız için mutlusun.
Adını duymadığım filozofların sözlerini cümle içinde kullanmak sana iyi geliyor.
Tanımadığım müzisyenlerle öldürüyorsun beni.
Ama her altmetin,
Eninde sonunda ilkelliğimizi dürteliyor,
Hala evrime inanmayan bir tarafımız var,
Farkında değilsin.
Bu yüzden,
Bezgin kadınlar,
Neden kavgada değil de sevişirken dövüşür,
Bilmiyorsun.

Bütün devrimler,
Sen uykudayken gerçekleşti.
Sen cephede bile yoktun.
Yoklamada yok yazıldın
Yaraların savaş madalyası değil,
Sen bir gazi değilsin,
Bilmiyorsun.
Durmadan bıçaklıyorum seni
Sen habersizsin,
Derin uykudasın.

***

Bütün devrimler,
Sen uyurken gerçekleşti.
Ben kendimle hesaplaştım,
Ve bitti gitti.

E.A.


stencil: banksy (love rat)

Sırat

İnce
Sağlam
Korkutucu
Bir bağ senle aramızdaki
Sırat gibi
Her daim üzerindeyiz
Başka yolu yok
Her daim içindeyiz
Sırat bizim içimizde.
Kesiyor bileklerimizi
Kanıyoruz karşılıklı
Birbirimize
Başka yolu yok
Ayaklarımızda cehennem zebanileri

Ayy!

Yağmurlu bir yerdeyiz
Bir yerlerdeyiz
Adımız iki hece
Kesiyoruz zamanı
Hece hece

Ayy!

Son derece nemli bir temmuz öğleden sonrası
Umumi tuvalet musluğundan damlayamayan
Ağdalanan
Uzadıkça uzayan o zamandayız
Genleşiyoruz, havarilerimiz bakırdan
Genleşiyoruz, yapışkan
İnceliyoruz, ruhumuzdan
Bir nefes daha alırsak,
Aynalara damlayacağız
Huzurdan

Ayy!

Zembereğimiz aksak
Geri kalıyoruz hayattan
Başka yolu yok,
Gerildikçe geriliyor sırat
Sapasağlam.
Dolanıyor boynumuza
Durmadan

Gözünün ferinden içime akan ince sızı gibi
Ilık ılık
Kesiyor bedenimi sırat

Öleceğim kollarında
Başka yolu yok!


E.A.

Düş

Bir sokağın köşesinde bir gün
Yüzün düşer avuçlarıma
Bulutlar düşer
Tutsak ağaçlar vardır
Onların gölgesi düşer
Bir kent rüzgarının öfkesi
Martıların çığlıkları düşer
Yırtar
Deler geçer ellerimi
Martılar düşer
Kalbinin titrek ritmi, seyrelir düşer

Bir sokağın kalabalık kuytusunda bir gün
Kocaman ve oğul oğul sıkışmış kalpler vardır
Yürek yürek
Sızısı düşer
Yaralar geçer
Yalnız bıçaklar, kendilerini biler

Bir sokağın hep gitmeyi dileyen
Ama varılamayana sevdalı kısır telaşında bir gün
Apartmanların çıplaklığı düşer
Etleri yontulmuş gövdesi
Gözleri bağlı kellesi düşer


Bir kent meydanında bir gün
Bir yeşilleri denizi yalayan bir parkta bir gece
Açık denizlere varamayan gemilerin hapishanesi bir iskelede
Asfalta sevdalı şehirlerin uzun uzun çizgili yollarında
Gözlerin düşer avuçlarıma
Ağlar
Islanır avuçlarım
Kirpiklerin düşer
Bir damla yaş, vaftiz ederken
Ve okşarken yüzün ellerimi
Bir kutsanmış acı düşer

E.A.

Bir Şehir - İki Kum Saati


Seninle bir şehre gidelim. Topla bavulları, anıları ve fotoğrafları. Değneklerini ben taşırım. Rüyaya dalmak gibi olsun. Gidelim! Bahçesinde çiçekler yetiştirebileceğimiz evleri olsun küçük küçük. Beyaz zambaklar ve güller mesela. Çiçekleri sevebileceğimiz bir bahçe. Yaşlı kadınlar, ölmüş kocalarının saçını okşar gibi severler ya çiçeklerin yapraklarını; işte öyle. Varsın salonumuzda yaldızlı möblelerimiz olmasın. Varsın parlak ve çiziksiz, gıcır gıcır misafirlik sevinçlerimiz olmasın. Sevinçlerimizle birbirimizi sarmaladığımız bin yıllık koltuklar üzerinde, battaniye altında uyuyalım. Sevinçlerimizin sivri ve şefkatli dikenlerini birbirimize batıralım. Kan kardeşi oluruz, varsın öyle olsun hem de… Pıhtılaşıp yapışalım; aynı anda kururuz. Akşam sefaları, aynı anda boynunu büker ya güneşe, işte öyle. Pikabımız bizi söylesin o anda. Hüzünlere göğüs gerebilmenin gururunu yaşatan, oylumlu gırtlaklarda yumuşatılmış ezgiler vardır ya; Ferrer, Segundo, Gonzáles mesela, işte öyle. Alto Cedro’dan Marcane’ye gidelim mesela…

Seninle bir şehre gidelim. Adını biz koyalım. Göğünü biz boyayalım. Sokaklarını biz çizelim. Kalbimiz gibi buruk atsın, kıyılara vursun, mercan savursun o yorgun sokaklar. Nemli okyanus ülkelerinin sahil şehirlerinde, heyecanlı kızların titrek sinesine damlar ya hani dalgalar ve mercanlar, işte öyle. Dalgaları büken rüzgarlar, kızların da saçlarını büker ya rumbanın tam da kalbinden; işte öyle bükülsün sokaklar da. Sonra o sokaklarda sabırla yazın gelmesini bekleyelim. Belki evimizin yanındaki yoldan, neşeli bir arabacı geçer. Atlarımızı dağlara sürmemizi söyler Bustamante. Yaza kadar, çiçekler görmeden ağlayalım. Gardenyalar üzülmesin. Yazın meyve ağaçlarını sağarız, katacak bir vodkamız olur elbet.

Seninle bir şehre gidelim. Orada birbirimizi sevelim. Eski şamanlar, ağaçları ve otları severek öğrenir ya hayatı, ve tecrübe ederek huzursuz ruhları; biz de öyle öğrenelim. Senin dalların, benim topraklarımdan beslensin. Hışır hışır huzurlanırız; demlenir gibi semaverli parklarda. Sahnede şarkısına sarılıp onunla dans eden, sevişen, onunla devleşen, yücelen ve insanlıktan sıyrılan kanatlı şarkıcıları tutku dolu gözlerle izlemek nasıl bir şeyse; o şehirde, birbirimizi de öyle izleyelim! Hayranlıkla mayışmış gözlerimizi, birbirimizin ruhunda gezdirelim! O şehirde, boyu elindeki gitarını geçmeyen sokak çalgıcıları olsun. Gitarlarını tutkulu bir aşkla sevelim. Hünerli ellerinden süzülenlere ağzımız açık kalsın her seferinde. Ellerimizi hiç bırakmadan şapkalarını dolduralım.

Seninle bir şehre gidelim. 80 yıldır şarkı söyleyen bir adamın kumlu gözlerinde biriktirdiği hayatlara, birbirinden değerli kederlere değeriz. Yorgun ama heybetli sesinin bizi de öğütmesine izin veririz. Orada, naif ve bilge bir kral gibi tahtındadır. Çatlak avuçları, topraktan bile eskidir. Orada, o şehirde, o kral gibi yaşlanırız. O kumlu gözlere bakarak, 60 yıl sadece birini sevmek nasıl bir hediye, anlamaya çalışırız. Candela, biz de yanarız. İki kum saatini karşılıklı koyar, birbiriyle yarıştırırız.

Seninle o şehre gidelim. Bırakalım buraları. Gidelim! İlla da bir yerlere gitmemiz gerekmez biliyorsun değil mi? Ama gidelim. Kendi şehrimize gidelim. Oralar hep bizim olsun. Gözümüzün gördüğünce hem de. Uçarız da her gece. Hani ilk kez aşık olan bakir delikanlılar, her şeyi yapabileceklerine inandırır ya kendilerini, işte öyle. Alto Cedro’dan Marcane’ye gidelim mesela…

E. A.

Bataklık


Gümüş külçe pabuçlarım var
Ayaklarımın altında soluksuz yaralar,
Koşuyorum aklımın erdiği yere kadar.

**

Bir kör nokta büyüyor, büyüyor
Büyüyor
Çorak toprak oluyor her yanım.
Avuçlarımda tohumlar
“Hadi yeşert!” diyor,
Kalbimde bir yorgun ses var.

Ama bozguna uğramış şövalyelerin naif kalkanlarından
Küçük ateş kuşlarının ışıklı gölgesinde sonsuzluğa sızan
Ve çaresizce kavrulmakta olan
Son damla cesur kandır şimdi kalbim.
Belki külleri tanrı tozlarıdır
Harabeleri yeni mabetlerim
Yeni paslı jilet mahzenlerim

Ellerim,
Okşamaya kıyamadığım,
Kıran kıtlık savaşlardan çıkıp bir türlü
Varamadığım ören yerlerim

Göğsüm,
Küllü ve rüzgarlı mahşer sıcağında bir türlü
Soğutup dağlayamadığım hançer yerlerim

Dudaklarım,
Yokluklara ve talanlara göğüs geren
Mühürlü, adsız ve mahir kapılarım

**

Gümüş külçe pabuçlarım var
Ayaklarımın altında soluksuz, kör yaralar
Koşuyorum aklımın erdiği yere kadar
Ve ayaklarıma dolanıyor kırmızı toprak sanrılar.

Bilge umacıların en tesirli iksirlerinin kadim yazgısı gibi,
İnancını yitiren dervişlerin hazin sancısı gibi,
Batıyor en tesirli umutlarım
Batıyor son damla cesur kanım.

Koşuyorum aklımın erdiği yere kadar
Ve bu sanrılı, kan çamuru toprağa,
Gölgem bile düşmüyor.

E.A.


resim: Francisco de Goya

AntiCV



Tümsek tümsek yaralarımın üzerinde yükseliyorum. Anı deniyor onlara, bilirsiniz. Ölmenin binbir türlü hali var. Ben, "-den" halindeyim. Ölmek-ten geçtim, bu ikinci gelişim. Hafızam, beynimi oyuyor. Çocuklar tepiniyor beyin denen kıvrımlı salatamın üzerinde. Birileriniz limon sıksa belki daha iyi olacak. Zinhar!

Ulusalcı bir anne ve sosyalist bir babadan olma, küçük burjuva bir hayatta boğulma, tiyatroya ve sergilere giderek kendini imha etme (bu bir politik eylem değildir) ve sanata güvenme salaklığına gark olma biriydim. Babamla Çiçek Pasajı'na giderdik. Babam bira içerdi, bense coca cola ve Arnavut ciğeri yerdik. Cola içmem sosyalist babamı pek rahatsız etmezdi. Ne de olsa çocuktum ben. İlk barbie bebeğimi de o almıştı.

Annem ve özellikle de babam ülkeyi kurtarmakla meşgul olduklarından, çocukluğumu kendi içimde büyüttüm. Orası küçük bir kasabaydı ve dedemle ananem de vardı. Bahçede 7 tane kedim. Bir de akşamsefalarım... Çocukluğum akşamsefalarına şaşırarak geçti. Akşamın olduğunu nasıl anladıklarını bir türlü çözemedim. Gözleri yoktu ki! Ve de geceye neden küstüklerini… Akşam olduğunda kasabada ne kadar karga varsa, bizim bahçenin üzerinde dönüp dururlardı. Tuhaf bir keder taşırlardı bana; hüzünlenirdim. Devrime inanmayan annemi ve devrim yapacaklarını duvarlara nakşeden babamı özlerdim; 80 sonrası bütün solcu çocuklarının özlediği gibi. Solcu çocukları, anneleri ve babaları yanlarında olsa bile özler onları. Çocukluğum, annemin vatkalı tunikleri ve babamın devrimci atkısı arasında geçti… Memleketin özetini çıkarmıştık.

10 Kasımlarda özellikle beyaz leblebiyle rakı içerdi annem. Mustafa Kemal'in erdemlerinin anlatıldığı programlar izlerdik. Biz, resmi bayramlara da en az dini bayramlar kadar değer veren bir aileydik. Balkan Harbinde Selanik taraflarından göçmüştük ve sülalecek Atatürkçü'ydük. Belki de Mustafa Kemal'e biraz hemşeri torpili yapıyorduk. Ama kimse bunu açıkça itiraf etmiyordu elbette. 29 Ekimlerde dedem beni Fener Alayına götürürdü. Bütün bayramlar aslında çocuklar içindir, büyükler bunu bilmez! O yüzden çok severdim Cumhuriyet Bayramını. Kasabanın bir tane büyük caddesi vardı, orada yürürdü askerler ve neşeli marşlar çalardı bando. Asker Gazozu içerdik biz dedemle. Ananem evde balık kızartırdı. Ya da tavuk yahnisi yapardı. O yıllarda tavuklar, canlı alınır; evde kesilir, yolunur ve haşlanırdı.

TRT1'de haberleri izlerdik. Ben TRT2'de Fame'i ve Pop Saati'ni. Onca kitabın arasında en çok resimli ansiklopedilerimi severdim. Dedeme okuturdum hep. O okurken ben hayal kurardım. Tüm balık cinsleriyle beraber uçsuz okyanuslarda yüzer, Antartika'ya varır, Neil Armstrong'la beraber aya çıkardım. Oradan da Küçük Ayı ve Büyük Ayı'ya seyahat ederdim. Astronot olacağımdan ve ilk uzaylıları bulacağımdan öyle emindim ki, sabırsızlanıyordum. "The truth is out there"di ve ben bunu X Files'tan çok önce biliyordum.

Babam için tek yol, devrimdi. Sınıf mücadelesinin en büyük ve tek mücadele olduğuna inanıyordu. Babamın sosyalist olmak için sağlam gerekçeleri vardı. Annemin de ulusalcı olmak için. İstanbul olmaya özenen bir kasabada esnaftan zengince bir ailenin okutulmuş kızıydı. Babamsa, çoban olmaktan son anda kurtulmuş ve ömrü yatılı okullarda geçmiş, ne elde ettiyse kendi başarmış zeki bir adam. Annem burjuvaya inanıyordu, babamsa onu yıkmak istiyordu. Çocukluğum bu mücadelenin arasında geçti. Annemin vatkalarından, babamın yeşil parkasına uzanabildim en çok.

80'li yıllar, tarihimizin son kişilik sahibi yıllarıydı. 80'ler gezegeni, benim en sevdiğim gezegendi. Babamla ışıkları kapatır; Culture Club, Orson Welles, Demis Rouses, Bill Ocean, WHAM, Stevie Wonder, Animals, King Crimson, Eagles dinlerdik. Ama plakların devri geçiyordu. Kasetler büyük lükstü. Zülfü Livaneli'nin kasetlerini dinler, müzik setinin ışıklarında ufolar bulurdum. Babam kocaman kolonlar almıştı ve her kaset için özenle ayarlardı ekolayzırı. Karlı Kayın Ormanı, benim ninnim olmuştu. Babam söylemezse, uyumuyordum. Babam söylerken Nazım'ı düşünüyordu. Bense girip yerden selamlıyordum hane içindekileri. Ve sarı sıcaktı odamın lambası.

Annem ve babam kütüphanemizdeki bütün kitapları okumuştu. Bense hepsinin kapaklarına saatlerce bakmıştım. En çok Rus klasiklerini seviyordum. Onların kapakları film gibiydi. Öyle güzel hayal kuruluyordu ki… Okumayı öğrenince, içlerinin kapakları kadar eğlenceli olmadığını gördüm. Şeker Portakalı'nı okuduktan sonra, günlerce ağladım. Şeker Portakalı, benim okuduğum ilk gerçek hikayeydi. Ondan öncesi Cin Ali ve Ayşegül'ün Gulliver'i kıskandıracak gezileri arasında geçmişti. Bir de Jules Verne benim kahramanımdı. Büyüyünce evleneceksem Jules Verne'le evlenmeliydim. Beni aya götürebilecek tek erkek, Jules Verne'di. Ama aslında her kız çocuğu gibi, babama aşıktım biraz. Annem aramızdaki aşkı pek kıskanıyordu.

Yaşar Alptekin'in ve Banu Alkan'ın ciddiye alındığı yıllardı 80'ler. Bütün apolitikler sokaklarda break dans yapıyordu. Ve overdozdan gençlerin öldüğü o yıllarda, eroine gerçekten de "beyaz" ya da "mal" deniyordu belki de. Yaşım bunu bilmeme elvermiyordu. Babam, bir bir içeriye alındıktan sonra, mecburiyetten onunla selamı sabahı kesen dostlarına ağlarken, biz annemle videoda korku filmi seyrediyorduk. Bu nasıl bir ironiydi, biz bile bilmiyorduk. Babamsa bizim bu tutkumuzu bir türlü anlamıyordu. Onun bir filmi izlemesi için "gerçek öykü" olması gerekiyordu. Babam gerekmedikçe roman bile okumuyordu zaten. Kitaplığın bir rafında, darbenin gazabından son anda kurtulmuş ve yakılmamış "fikir kitapları" vardı onun. Bir altındaki rafta da, darbede evi arayan askerleri kandırmak için alınmış fotoromanlar.

Babam, etrafında olup bitenden haberdar olan biri olmamı arzu ediyordu. Annemse solcu olmamdan ve başıma bir şeyler gelmesinden korkuyordu. Dünyayı ben mi kurtaracaktım? Ve bunun soğuk savaşı yapılıyordu aralarında. Ancak ikisi de bunu birbirlerine itiraf etmiyorlardı. Çocukluğum, ailemizin bu derin devletinde hırpalanan gizli nesne olmakla geçti.

Ben bir neslin özetiydim. Ve beni hiç kimse temize çekmedi. Hatalarımın üzerine kabaca çizilmiş çizgilerimle, "unutma" vasfından yoksunum. Bu özelliğim, beni kendi neslimden ayıran tek özelliğim. Çünkü benzer buhranlarda büyüyen "80 Kuşağı"nın, o kuşağın babaları ve annelerince nefret edilen yegane özelliğidir, unutmak ve umursamamak. Bizler; 80'lerin tüm çocuk hayaletleri, bir "Ghost Town"da, bir zamanın devrimcilerinin karalama defterleriyiz.

Şimdilerde büyük bir iktidar savaşı yaşıyor gene bu ülke. Darbeyi yaşamış olanlar, bu yaşananların da bir darbe olduğu iddiasında. Devletin varlığı yeterince can sıkıcı değilmiş gibi, bir de derin devletin el değiştirmesine tanıklık ediyoruz cümbür cemaat. Sosyalist babam bu durumu hiç de şaşırmadan, ulusalcı annemse kaygıyla takip ediyor. Onca şeyin ortasında en büyük korkusu şeriat. Babamsa gittikçe zombileşen bu ülkenin insanlarının arasında avuçlarından kaymakta olan devrimi izliyor. Ölmenin binbir türlü hali var ve ben, "-den" halindeyim. George A. Romero tanrı olmalı!


E.A.

Katakomp


Bir sürü ayakkabısı olanlar
Bir müze beslerler etlerinin altında
Çünkü gidenler ayakkabılarını yanlarında taşır
Ve gömer bilmedikleri bir şehrin tren garına
Herkesin içinde herkes kadar yatan
O büyük cenazeye.

Yosmalar
Sokakların kara kedileridir
Geceyle gündüzün arasına girerler
Bazen de senle benim
Çünkü ben geceleri uyuyamadığımda yosmaları düşünürüm
Çünkü onlar da beni düşünür
Senin gibi bir adamın yanında uzanmış hayal ederler beni
Tiril tirildir bacaklarım
Sıradağlar gibidir ardı ardına kalçalarım
Ve yalınayaktır o an koca başım
Kirpiklerimden otomobiller geçer
Kirpiklerimde otomobiller park eder
Her birinden sen inersin
Eteklerinde kara kediler

Yosmalar ayakkabılarını nerelere gömer
Aklıma takılır
Gözlerin neden bu kadar küçük
Aklıma takılır

Ellerimi ölü elleri gibi soğuk ve de katı
Hep ceplerinde taşıyacak mısın
Ve de küçük gözlerinden taşacak mı yüzüm
Her düştüğünde çalakalem taze sokaklara
Aklıma takılır
Yalınayaktır o an koca başım
Nereye bassam solarım

Geceleri uyuyamadığımda sol yanımı sağ yanıma
Bağlamıyor artık nedense köprücük kemiğim
Çünkü yol üzerinde trafik kazası var
İki kamyon birbirine girmiş
De ki bir kamyon ben, diğeri sen
Ah Müjgan bir yosma
Oturmuş kaderine ağlıyor
Biraz daha uğraşırsa koparacak bacaklarını
Biliyor
Müjganın içleri hep benim içlerim
Öbürü oturmuş gözlerini boyuyor

Otobanların neden mavidir gözkapakları
Ve de kan kırmızı yanakları
Aklıma takılır
Hangi tren garına varacak bu yollar sonunda
Hangi iki şehir birbirine kavuşacak
Ve de en son kimin derinlerine gömeceğim bu yaslı cesedi
Aklıma takılır

E.A.

Miğferin Altı

bir miğferin altında
kelleni bulmaktan korkuyorum
bir miğferin yetim koynunda
olmasın mezarın
istemiyorum

miğferin altı kol-bacak tarlası
miğferin altı kimsesiz mezarlığı
miğferin altı
miğferin altında kimse yok
kimse kalmadı

göğsüne gül dalları
bacaklarına ibrikler
ellerine otoriter mermerler
saplamak istemiyorum

cenazene devleti karıştıramam
seni onlara vermem
bir anarşistin
kadınına aittir çürümüş eti

bırak olmasın tepende ne bir kavağın
ne de bir bayrağın gölgesi
hiçbir üniforma beklemesin cesedini
ve de saygı duruşuna kaldırmasın
hiçbir 30 Ağustosta seni

ben seni yeniden doğuracağım
ben seni bir cumartesi doğuracağım

ben seni Ege Denizi'ne yakacağım
bir elin Atina'da
bir bacağın Barcelona'da pırıl pırıl

ben seni bir ormana gömeceğim
üstüne bütün kayınlarımı örteceğim
ben seni yeniden doğuracağım

ben seni Plaza de Mayo'da bulacağım
ben seni onlara vermem
Olimpia Garajı'nda kendim boğacağım



E.A.

Cezayir

Turgut Uyar'ı çok sevmiş olan güzel kalpli karaşın bir Cezayirli'ye


Hala göğe bakabiliriz
Artık istemiyor musun?
Dönüşü olan yollara çıkabiliriz
Nihayetinde geriye adım atarsan her yoldan dönersin
Artık olmaz mı?
Güneş doğudan doğuyormuş ve de
Uygar dünyayı üçüncü dünya ülkelerinin aydınları kurtaracakmış
Peki benim doğum neresi?
Hangi mememin altındaki kaburgama saplı güneşin hançeri?
Hangi bacağımda kıblem gizli?
Sen en çok nereye tapmıştın, hafızan da senle gitti mi?

Yürürüz, bir yerlerde ölürüz ölürüz
Bu şehirde martılar var senin gölgende gemi cesetleri
Sahi çok mu uzak, Cezayir'in kıblesi?

E.A.

Gümüş Yeleli Zenci Aşk

- Aşk hayatım, Latin Amerika tarihine benziyor. Ne zaman devrime koşsam, darbe oluyor.

Dedim dün bir adama.

Eğildim, eğildim, eğildim; dudaklarının kokusunu alabilecek kadar sokuldum yüzüne. Kıvırcıklı esmer alnının altından bana bakıyordu ve önünde bir kadeh kırmızı şarap duruyordu. Oturduğu tabure bir hayli canlıydı. Küçük ada memleketlerinin nemli ve loş kahvehanelerinden çalınmıştı. Taburenin üzerinden bana bakıyordu. Gözlerinde hiç tanışmadığım bir şefkat vardı; benimle flört ediyordu. Flörtbaz gözler. Flörtengiz gülücükler. Flörtkulade kemikli eller…

- Sözü neden aşka getirdiniz bayım?

Diye sorasım geldi o anda.

Nedense 20’li yıllarda Casabalanca’da bir cafede oturuyorduk. Sahilde değil, Kasbah gibi bir mahalledeydik. Habire beyaz çarşaflı kadınlar geçiyordu yanlarımızdan. Yanlarımızı törpülüyorlardı, ama henüz isyana yeltenmemişlerdi. Ya da Kahire’de bir firavun tarafından lanetlenecek şanslı kişi olmayı ümit ediyorduk. Hep delmiştik sokakları, çölleri, kadınların geçmişini, adamların ellerini. İnce keten bezinden bir çadırda, çölün ortasında, buzlu çay içiyorduk. Yalınayaktı etrafımızda koşturan Mısırlı çocuklar ve de susamışlardı pek çok. Ya da tarih, 40’lara henüz değmişken Marakeş’te naked lunch yiyorduk. Küstah ve yabancıydık. Marakeş kendi içinde, biz Marakeş’in içinde boğuluyorduk. Ne zordu bu şehirde nefes almak. Ve ortalık kesif ter kokuyordu. Zordan kaçıp kaçıp yine Marakeş’in içine sığınıyorduk. Hep ütülü giyiniyorduk. Aristokrattık düpedüz. Belki de asildik. Ve de oldukça, haddinden fazla alafrangaydık. Yani acınılacak haldeydik, başka bir değişle…

- Sözü neden aşka getirdiniz bayım? Romantizm öleli çok oluyor. Hiçbir onurlu kral sefere çıkmıyor. Hiçbir şövalyenin Rocinante'si yok. Esmeralda, zangocu sevmiyor. Tiksiniyor ondan. Görmemek için katedralin arka sokağında geziniyor her gece. İpekli kumaşlar için orospuluk yapıyor. Carmen, hala hayatta. Onu öldürecek kadar sevmedi ve sevmiyor o asker. Ondan sonrakiler de. Ve de ondan sonrakiler… Sözü neden aşka getirdiniz? Bu flörtkulade kibar ellerle, dalgalı saçlarınızı arkaya taramanız oldukça baştan çıkarıcı oysa. Şimdi siz neden aşktan bahsetmek istiyorsunuz?

O an o masada, henüz II. Dünya Savaşı çıkmamıştı. Henüz Hitler’i tanımamıştı alafranga. Şehirde asil ve hatta zengin ölmek ne demek bilmiyordu. Antoinette’in kellesini neden aldığını unutmuştu. Bir dilim taze ekmek için, zenciler gibi kavga etmek ne demek bilmiyordu henüz. O an o masada, seksek oynayan bir çocuktu Nelson Mandela. Ve kırbaç yiyordu öküzün saçlarını taramadığı için, seksek oynadığı zenci çocuğun beyaz babasından. O an o masada, o beyaz baba, oturup aşktan bahsediyordu. Kapıda nöbetçileri, tabağında geyik eti vardı, yanında korseli narin hanımefendisi oturuyordu ve ellerini beyaz kumaş mendillere siliyorlardı. Ve tam arkalarında, kollarının üstünde kaynar çorba kapları tutuyordu zenciler. Masadakilerin beyaz gölgeleri üzerlerine düşüyordu; bu yüzden kapkaranlıktılar. Ve henüz hiçbirinin aklından o kapları efendilerinin üzerlerine dökmek geçmiyordu. Ve o an o masada, o beyaz baba, oturup aşktan bahsediyordu. Aşktan bahsediyordu alafranga. Uzun uzun anlatıyordu vatan sevdasını, müzik aşkını, felsefe ve bilim aşkını, karısına duyduğu kutsal aşkı, köle kızların memelerinde bulduğu yasak aşkı… Ve yakınıyordu hayatın anlamsızlığından. Hayatın anlamsızlığından yakındıkça daha çok seviyordu vatanını ve karısını. Vatanını ve karısını daha çok sevdikçe, daha çok öldürüyordu köle kızlarını. Durmadan aşktan bahsediyordu alafranga. Sözleri; iyi terbiye edilmiş ve yeleleri gümüş taraklarla taranmış tırıs giden bir atın, esaretine benziyordu. Sahibine muazzam bir eser gibi gözüküyordu yani. Ve atlarına da aşıktı alafranga. Ormanda geyiklerini, savaşta düşmanlarını ve sokakta insanlarını onunla avlıyordu. Ve kölelerini de seviyordu alafranga. Çünkü ona hayatın anlamsızlığını algılayacak kadar boş vakit veriyorlardı.

Oysa o an o masada, ikimizin de zenciydi gözleri. Her sabah 40 kere kırbaçlıyorlardı bizi. Ve Kahire’de susamıştık. Düpedüz Marakeş’tik. Henüz kılıçlarımıza davranmamış ve ilk ilahi düelloyu yapmamıştık. O an o masada, Carmen’i öldüren aşık askerdik. Seviyorduk, onun için öldürüyorduk henüz. O masada, ellerimizi ellerimize değdirmeden ve de boyunlarımızı öpmeden öylece oturuyorduk. Avrupa’nın ortasında devrimci Çingenelerdik ve az sonra 19unda bakir ölecektik. Oysa fethetmek istiyorduk birbirimizi. Ellerimizi, göğsümüzü, saç diplerimizi, ayak parmaklarımızı, içlerimizi ve dışlarımızı…

- Sözü neden aşka getirdiniz bayım? Sizinle bu sohbeti yapamayacak kadar çok aşık olduk. Büyük ve kederli bir tarih yazdık. Ve resmi ölü sayısı, hiçbir zaman gerçek sayıyla uyuşmadı. Sizinle yan yana ya da karşılıklı oturabiliriz. O derin gözlerinize bakabiliriz ikimiz beraber ki her birinde keşfedilmemiş ormanlar var, görüyorum. Ve kuzeyleri yosun tutmuş ağaçlarının heybetli gölgelerini de… Bir parkta yan yana oturup yeni ölmüş dedemi özleyebiliriz ikimiz beraber. Ya da uzanabiliriz yan yana. Benim yorgun yüzümü sevebiliriz ikimiz beraber. Öylesine susabiliriz. Medeniyetten hiç bahsetmeyebiliriz öylesine ikimiz beraber. Hiçbir kurtuluş savaşının hiçbir köleyi kurtarmadığını fısıldayabiliriz birbirimizin zenci gözlerine, uzanırken öylesine. Öpüşebiliriz, öylesine… Çünkü ne gereksiz, öpüşmek varken aşktan bahsetmek. Ne gereksiz, omzumuzun ardından sözlerimizi izlemeye, hatta lafa dahil olmaya çalışan bir zamanların adamlarına ve kadınlarına cevaplar yetiştirmek. Ne gereksiz, karşılıklı yenilgilerimizi dinlemek. Savaş meydanlarından daha yeni dönmüşken; ne gereksiz, geri dönüp kalan yaralıları öldürmek. Ne gereksiz; temiz kırlarda pastoral sevişmek varken, fırtınalı eski denizlere korsan açılmak, o upuzun şamdanlı masalarda dimdik oturmaya çabalayıp durmak. Yani aslında ne gereksiz, alafranga olmaya çalışmak…

E.A.

Coca Cola Sineması


Sert bilekli göz bileklerim
Göz kapanlarımın hemen altında
Bir zindanı ortadan ikiye böler gibi
Ağlamak
Tüm dünyanın kederini
Ortadan ikiye böler gibi.
Sana varamamak Afrika’da
Akbabaya aşık olmak
Çocuk yiyen kuşu olmak
Deprem enkazı gibi yalnız
Ve çaresiz olmak
Bir cinayette soğuk
Ve alet olmaktan utanan bıçak olmak

Ama biz
Bu cinayeti el ele tutuşup
Çocuk parkında işlemedik ki
Ne sen palyaçoydun
Ne ben elma şekeri yiyen küçük kız
Seri katil olman
El çabukluğundan ileri geliyordu
Ve mısır taneleri kendini bize feda etmiyordu

Ama biz
Dünyanın bütün yalnızlarını küçümseyen
Alaycı Amerikan aşk filmlerindeki gibi
Bir parkta kazara çarpışmadık ki
Ne sen yeni mezun idealist avukattın
Ne de ben uzun bacaklı balerin

Yüzlerce metre düşüp şans eseri
Sağ kurtulmuyorduk ki Ajan 006

Sıkıştığımız bu metruk işgal kasabasında
Hiçbir müfreze bizi kurtarmaya gelmiyordu ki

Bir zindanı ortadan ikiye böler gibi
Ağlamak
Ve bir berbat Dogma 95 filmi gibi
Yaşamak
Durmadan sallanırken kamerası
Kusmak isteyip kusamamak
Fonda hep aynı çapsız melodi ve
Anons ediyor sinemanın sahibi:

“Coca Cola içmediğiniz için teşekkür ederiz
Sigaralar ve keder müessesemizin ikramıdır”


Bir ormanı çerez niyetine yer gibi
Bir kadını akşam yemeği için doğrar gibi
Bir kalbi bedenden söküp çıkarır gibi
Ağlamak
Dünyanın bütün ormanlarını bir avuçta boğar gibi
Nefessiz kalmak
Fersah fersah dibinde bir okyanusun
Sessizce ve umursamadan çürümek.

Ama şimdi
Ben bu bedende cadıyım
Ben bu bedende büyücü
Ben bu bedende bir papağanın ruhuyum
Tekrar ediyorum kendimi sil baştan
Rengarenk ağlıyorum orman suyu
Rengarenk ağlıyorum orman özü
Rengarenk ağlıyorum gökkuşağı

Yerle yeksan bir zindanın ayaklarının dibine
Suyum çekilmiş
Kıvrılıveriyorum

E.A.

Casablanca

Günler var seni sevmiyorum
Günler var adamakıllı saçlarımı kestim
Geceler var kitap okur gibi büyüyor içimde bir öfke
Düşünür gibi çiçeklere su veriyorum
Geceler var kar yağmıyor nicedir
Geceler

Var

Sallanıyor bir ipin ucunda

Gidilecek şehirler düşün aklında tut ezberle
Kelebek memleketlerine tırtıl sırtında gidiliyor
Bir daldan bir dala özetliyorlar boyumuz gibi
İstemeden kısalan kısalmayı bir borç bilen ömrümüzü
Kelebek memleketlerinde seferi çiçek tımarcılarını
Menekşeden seyisleri ve çayır panayırlarını düşün
Bir kelebek için bir orman yakanları aklında tut ezberle
Atları esir edenleri eyer bağlayanları bir bir say sobele

Günler günlere karışır harman olur yol olur var-yok olur
Düşlerden pelerin olur giyeni büyütür bil bunu ezberle
Son karısını özler gibi bir balıkçı bükülür kıvrılır duman olur
Günler geçmez olur geceler hasret olur ölüm olur
Kelebek memleketine geldiğine pişman olur balıkçı ah balıkçı
Mitralyöz sesleri gibidir gecenin kurbağa korosu tut bunu
Seni vurur beni öldürür kovanı kalır ıslık gibi ardında bilmez bunu
Ah gecenin yetim sesleri ah kurbağa korosu

Düş kur gidilecek şehirler düşün aklında tut ezberle
Ben sana sorduğumda bir bir say sobele

Çürüyecek sana dokunduğum avuç içlerim bir gün
Tırtıl olacak kelebeğe aşık olacak ağlayıp buhar olacak
Bil bunu
Çürüyecek sana baktığım gözlerim kirpiklerim düşecek
Bir gün bir timsahın gözlerine dönüşecek
Aklında tut bunu ezberle

Düş kur gidilecek şehirler düşün
Yollar bul kıtalar gezegenler keşfet
Kelebek memleketinden gideceğimizi söyle
Bu zindanı terk edeceğiz söyle
Düş kur beni düşün sol yanağımı düşün
Düşün sol yanağımda bir menekşe bitmiş düşün
Düşün "Başka bir dünya mümkün" düşün
Düşün başka bir dünya mümkün bil bunu ezberle

Düşün ben burada çok kaldım
Çok kaldım bu kelebek memleketinde düşün
Ben burada çok şehir tuttum ezberledim
Ben burada günler söndürdüm küllükler doldu taştı
Şarkı söyler gibi tırtıl sevdim günler var burada
Bir adaya bakar gibi özledim ölmeyi günler var
Günler var yılan gibi kıvrılıyor evimin penceresi odamın duvarı

Günler

Var

Ben burada kocamı öldürdüm

E.A.

Underground Poetix, Sayı 5 (Mart, 2010) http://cyberzenarchy.wordpress.com/2010/02/08/underground-poetix-5-sayi-martin-ilk-haftasi-piyasada/

Hadım Pepé İntihar Etti

iki druid,

ağaç ruhlu kadın & jaguar ruhlu kuzgun için masal


Kıyıda yosun tutan yaşlı kayığın, Pepé'nin hikayesini bilir misiniz? O ne bir ağaçtır artık, ne de heybetli bir gemi. Ne o gemide kahraman bir filika olarak iş bulabilecek ve güvertede miçolarla flört edebilecektir bir daha, ne de o yağız balıkçıyla sohbet edebilecektir. Kum dünyanın üzerinde, ufku izleyerek çürüyecektir. Terk edilmiştir, kimsesizdir. Ne yüzebilir; ne de toprağa, toprağın özüne değer ayakları. Kalbi durmuş, ama ölmemiştir. Araftadır. Zamanın daima kumsalı gösterdiği o kör noktada asılı kalmıştır. Kederli bir hayalettir ve bu bir zamanlar ağaç olanlar için ne hazin bir sondur. Bir ağacın kendi tabutuna dönüşmesi, ne zehirli bir tecellidir. Bir Vodou büyüsüyle mühürlenmiş gibi; bir ağacın kendi tabutuna dönüşmesi, hangi Gregor Samsa'yı hüzünlendirmez ki? Bir ağaç için bir kayık olmak, erkek bedeninde doğan bir kadın ruhu gibi, bir ömürlük trajedidir. Ve ağaçlar, kayık da olsalar, çok uzun yaşarlar.

Kıyıda yosun tutan yaşlı kayığın, Pepé'nin hikayesini bilir misiniz? Ne ağaç olan, ne de denize açılabilen Pepé'nin. Kaç yıllardır kumsalda olduğu artık unutulmuş olan yalnız Pepé'nin. Bana geçen gece pencereme konan bir kuzgun anlattı. Yıldızları koyu gri bulutlar örtmüştü ve ay o gece kıpkırmızıydı. 100 metre ötede bir ejderha gözlerinden alevler çıkarıyordu. Baktığı yeri kavuruyordu. Deccal, sokaklarda geziyordu. Ben kendi ölümümü düşünüyordum. O gece kuzgun bana Pepé'nin hikayesini anlattı:

Yaşlı Pepé bir gece sıkıştığı Araftan ayrılmaya karar vermiş. Çünkü kırmızı geceden yorgun düşmüş. Kumsal, yakasında bir cellat gibi dikilmekteymiş. Durmadan izlediği, izlemek zorunda olduğu huzurlu çırpıntıya göğüs germekten sıkılmış. Yalnızlıktan ve bir tabut olarak yaşamaktan usanmış. Üstelik o memlekette bir kayığın, hele de yaşlı bir kayığın, asla bir ağaç gibi davranamayacağı; kanunlarca belirtilmiş. Ama bir ağacın ruhuna sahip kayık Pepé, bir türlü ölemedikten sonra, kendi tabutunda uzanmakla bir yere varamadığının bilincindeymiş. Üstelik kuzgunları özlemiş. Benim penceremdeki de dahil, tüm kuzgunları. Kuzgunları, bir de bir zamanlar ayaklarını gıdıklayan ayrık otlarını. Sırtını kaşıyan ağaçkakanları, koltukaltlarını gıdıklayan serçe kuşlarını. Kuytusunda öpüşen yeni yetme sevgilileri. Geceleri koynunda uyuyan kaçakçıları, eşkıyaları. Kara bir gölge gibi önünden geçen yük trenlerini. Toprağın öz suyunda yaptığı seyahatleri. Şamanın bilgeliğini. Yani aslında bir ağaca dair ne varsa şu hayatta, Pepé onların hepsini özlemiş. Ancak yaşlı kayık, bir daha asla ağaç olamayacağının da bilincindeymiş.

Ayın parladığı ve suların yükseldiği bir gecede, sürünerek kumsaldan ayrılmış Pepé. Kendini sulara bırakmış. Bir ağaç için, bir daha asla toprağa ayak basamayacağını bilmek, okyanusun ortasında uzayda kayıp bir gemi gibi savrulup durmak, kumsaldaki zamanda asılı kalmaktan daha ürkütücü değilmiş ne de olsa. Ancak yaşlı ve küçük bir kayık için, transatlantikler batıran dev dalgalarla, fırtınalarla boğuşmak; kurt sürüsünün önüne atlayan kuzunun kaderinden farklı sonuçlanmazmış.

Her hangi bir yılın buz gibi bir Şubat ayında, okyanusun ortasında bir yerlerde sürüklenmekteyken, ufukta bir ada belirmiş. Pepé, adanın kenarından geçmeye ve yamaçlarda yaşayan ağaçlara selam vermeye karar vermiş. Aslında uzun zamandır bir ağaç gibi görünmediğinden, ağaçların ona ne tepki vereceklerini bilememiş Pepé. Ama yine de selam vermek konusunda kararlıymış. Bir ağaçla konuşmayalı çok çok uzun yıllar geçmiş. Yavaş yavaş adanın kumsalsız köşelerine, ağaçlıklı yamaçlarına sokulmuş ve tüm gücüyle haykırmış;

- "Merhaba!"

Ancak hiçbir cevap gelmemiş, sadece ufak homurtular duyulmuş yamaçlarda. Belki sesin nereden geldiğini ve kimin seslendiğini duyamamışlardır diye düşünüp bir daha haykırmış Pepé;

- "Merhaba! Buradayım; aşağıda, denizde. Ben Pepé. Ben bir kayın ağacıyım."

Bir anda uğursuz bir şubat rüzgarı çıkmış. Adanın yamacındaki tüm ağaçlar yapraklarını büyük bir uğultuyla yamacın dibinde, kayalıkların hemen önündeki küçük ve hırpani, yaşlı kayığa çevirirmişler. Pepé ise, ölümüne heyecanlanmış. Bir zamanlar ağaçken nasıl olup da bir kayığa dönüştüğünü anlatmak istemiş yamaçtaki ağaçlara. Yaşadıklarını, hissettiklerini, özlediklerini; bilsinler, duysunlar, anlasınlar istemiş. Daha yaş ve körpe bir fidanken insanların mahir ellerinin onu nasıl kestiklerini anlatmak istemiş. Pepé'yi günlerce kesmiş, biçmiş, sivri bıçaklı aletlerle törpülemiş, şekillendirmişler. Pepé; bağırmış, bağırmış, ağlamış, inlemiş; ama kimse onu kurtarmaya gelmemiş. Bu ağır işkenceye artık dayanamayacağını ve ölmek üzere olduğunu sandığı bir gün, onu benliğinden koparan o mahir eller, rengarenk boyalarla süslemiş ve bir gelin gibi suya salmışlar. Ondan sonra Pepé'nin hayatı, çok çok uzun bir süre çok tuhaf ve bir ağaç için oldukça anlaşılmaz bir şekilde geçmiş. Bir ağacın hiç yaşamayacağı deneyimler edinmiş Pepé. Bazen kim olduğunu, doğduğu yamacı ve kuzgunları unutmuş. Bazense histerik titremelerle arzulamış o yamaçta günü izlemeyi, o yamacı, ağaç olmayı...

Pepé tüm bunları anlatmaktayken, birden şubat rüzgarı hiddetlenmiş. Yamaçtaki ağaçların en heybetlilerinden biri, yüksek ve sinirli bir sesle haykırmış;

- "O bir hadım! O bir hadım! Zorla hadım edilmiş bir kayın!"

Yamaçtaki yaşlı ağaç bunu söyler söylemez, önce ani bir sessizlik olmuş. Dünya bir anlığına zamanda asılı kalmış. O an öyle bir anmış ki, tüm insanlar aynı anda ağlıyorlarmış. Hemen ardından da adanın yamacındaki tüm ağaçlar yapraklarını tekrar sallamaya başlamış. "O bir hadım, o bir hadım!" diyerek söyleniyorlarmış; rüzgar Pepé'nin kulağına fısıldıyormuş. Ağaçlar hiddetlendikçe, rüzgar da hiddetleniyor, yer, gök, deniz inliyormuş: "O bir hadım!"

Ağaçların hiddeti öylesine büyümüş ki, dalgalar tüm denizi sallamaya başlamış. Ama Pepé, hiçbir şey söylemeden öylece ağaçlara bakıyormuş. Pepé, hiçbir şey yapmıyor, öylece duruyormuş. Dalgalarsa Pepé'yi bir ilahi kayık,bir nuh gemisi gibi sallamaktaymış o anda; alıp yamacın dibindeki kayalara çarpmışlar. Bir kez daha ve bir kez daha… Ta ki Pepé parçalanıncaya kadar.

Pepé, 17 parçaya bölünmüş. Parçalarından 5 tanesi, denizin içinde kaybolmuş. Yüzyıllar içinde dibe çökmüş, deniz kumuna dönüşmüş. Parçalarından 3 tanesini dalgalar kumsala savurmuş. O sırada kumsalda bir aile piknik yapıyormuş. Yürüyüş yaparken Pepé'nin parçalarını da toplamışlar. Akşam eve döndüklerinde de şöminede yakmışlar. Şöminenin küllerini her hafta sonu yakındaki koruya döküyorlarmış. Pepé de, yakıldıktan sonra oraya dökülmüş. Rüzgar onu ormanda gezdirmiş. Parçalarından 4 tanesini dalgalar, adanın yamaçlarındaki ağaçların ayaklarının dibine savurmuş. Pepé'nin 4 parçasıyla yaşamaya mahkum olmuş, Pepé'nin ölümüne sebep olan eski ağaçlar. Ancak durmadan homurdanıyor ve söyleniyorlarmış. Pepé'nin zamanla toprağa, oradan da damarlarına karışacak olması onları çok rahatsız ediyormuş. Pepé'nin diğer 5 parçası ise, denizde sürüklenmiş. Okyanus onları başka adalara, başka kimsesiz kumsallara taşımış. Onlara ne olduğunuysa hiç kimse bilmiyormuş.

Parçalandıktan çok sonra Pepé hakkında çok şeyler konuşulmuş, onlarca dedikodu yayılmış. Tüm hayatını ağaç olarak geçirmiş yaşlı yobaz ağaçlar, "Hadım kayın intihar etti! Hadım kayın intihar etti!" diye söylenerek, Pepé'nin intihar ettiği söylentisini yaymışlar. Ama Pepé hakkındaki gerçekler, Pepé gerçekten ölmesin diye, ağaç ruhlu kayığın dostlarınca tüm ağaçlara anlatılmaya başlanmış o günden sonra. Kuzgunlar ve serçeler orman orman geziyor, yük trenleri ovalara haber salıyormuş. Eğer bu hikaye tüm ağaçlarca ve ormanların tüm mahlukatlarınca bilinmezse, Pepé bir daha asla ağaç olamayacakmış.

Penceremdeki kuzgun bana bu hikayeyi anlattığında, ben kendi ölümümü düşünüyordum. Ve seyreyliyordum, dışarıda sıradan bir kıyamet kopuyordu. Ama kuzgun bu hikayeyi anlattığında, içime bir kara yılan oturdu. Bir gözümden bir şaman papağan uçtu, gitti ormanın en sık kuytusunda içli içli ağladı. Kuzgun bana bu hikayeyi anlattığında, ejderha bu kenti bir süreliğine terk etti. Bir yağmur döküldü bardaktan boşanırcasına bir anda. Yıkanmak gibi bir şey oldu. Hüzün gibi bir şey çöktü kente. Bir güzel oldu. Kenttekilerin hepsi aynı anda göğe baktılar, hüzün gibi bir şey çöktü.

- "Bana Pepé'nin hikayesini neden anlatıyorsun?" diye sordum kuzguna.

- "Çünkü sen de bir ağacın ruhuna sahipsin, bunu yakında öğreneceksin." diye cevap verdi bana.

E.A.