19 Haziran 2010 Cumartesi

Gümüş Yeleli Zenci Aşk

- Aşk hayatım, Latin Amerika tarihine benziyor. Ne zaman devrime koşsam, darbe oluyor.

Dedim dün bir adama.

Eğildim, eğildim, eğildim; dudaklarının kokusunu alabilecek kadar sokuldum yüzüne. Kıvırcıklı esmer alnının altından bana bakıyordu ve önünde bir kadeh kırmızı şarap duruyordu. Oturduğu tabure bir hayli canlıydı. Küçük ada memleketlerinin nemli ve loş kahvehanelerinden çalınmıştı. Taburenin üzerinden bana bakıyordu. Gözlerinde hiç tanışmadığım bir şefkat vardı; benimle flört ediyordu. Flörtbaz gözler. Flörtengiz gülücükler. Flörtkulade kemikli eller…

- Sözü neden aşka getirdiniz bayım?

Diye sorasım geldi o anda.

Nedense 20’li yıllarda Casabalanca’da bir cafede oturuyorduk. Sahilde değil, Kasbah gibi bir mahalledeydik. Habire beyaz çarşaflı kadınlar geçiyordu yanlarımızdan. Yanlarımızı törpülüyorlardı, ama henüz isyana yeltenmemişlerdi. Ya da Kahire’de bir firavun tarafından lanetlenecek şanslı kişi olmayı ümit ediyorduk. Hep delmiştik sokakları, çölleri, kadınların geçmişini, adamların ellerini. İnce keten bezinden bir çadırda, çölün ortasında, buzlu çay içiyorduk. Yalınayaktı etrafımızda koşturan Mısırlı çocuklar ve de susamışlardı pek çok. Ya da tarih, 40’lara henüz değmişken Marakeş’te naked lunch yiyorduk. Küstah ve yabancıydık. Marakeş kendi içinde, biz Marakeş’in içinde boğuluyorduk. Ne zordu bu şehirde nefes almak. Ve ortalık kesif ter kokuyordu. Zordan kaçıp kaçıp yine Marakeş’in içine sığınıyorduk. Hep ütülü giyiniyorduk. Aristokrattık düpedüz. Belki de asildik. Ve de oldukça, haddinden fazla alafrangaydık. Yani acınılacak haldeydik, başka bir değişle…

- Sözü neden aşka getirdiniz bayım? Romantizm öleli çok oluyor. Hiçbir onurlu kral sefere çıkmıyor. Hiçbir şövalyenin Rocinante'si yok. Esmeralda, zangocu sevmiyor. Tiksiniyor ondan. Görmemek için katedralin arka sokağında geziniyor her gece. İpekli kumaşlar için orospuluk yapıyor. Carmen, hala hayatta. Onu öldürecek kadar sevmedi ve sevmiyor o asker. Ondan sonrakiler de. Ve de ondan sonrakiler… Sözü neden aşka getirdiniz? Bu flörtkulade kibar ellerle, dalgalı saçlarınızı arkaya taramanız oldukça baştan çıkarıcı oysa. Şimdi siz neden aşktan bahsetmek istiyorsunuz?

O an o masada, henüz II. Dünya Savaşı çıkmamıştı. Henüz Hitler’i tanımamıştı alafranga. Şehirde asil ve hatta zengin ölmek ne demek bilmiyordu. Antoinette’in kellesini neden aldığını unutmuştu. Bir dilim taze ekmek için, zenciler gibi kavga etmek ne demek bilmiyordu henüz. O an o masada, seksek oynayan bir çocuktu Nelson Mandela. Ve kırbaç yiyordu öküzün saçlarını taramadığı için, seksek oynadığı zenci çocuğun beyaz babasından. O an o masada, o beyaz baba, oturup aşktan bahsediyordu. Kapıda nöbetçileri, tabağında geyik eti vardı, yanında korseli narin hanımefendisi oturuyordu ve ellerini beyaz kumaş mendillere siliyorlardı. Ve tam arkalarında, kollarının üstünde kaynar çorba kapları tutuyordu zenciler. Masadakilerin beyaz gölgeleri üzerlerine düşüyordu; bu yüzden kapkaranlıktılar. Ve henüz hiçbirinin aklından o kapları efendilerinin üzerlerine dökmek geçmiyordu. Ve o an o masada, o beyaz baba, oturup aşktan bahsediyordu. Aşktan bahsediyordu alafranga. Uzun uzun anlatıyordu vatan sevdasını, müzik aşkını, felsefe ve bilim aşkını, karısına duyduğu kutsal aşkı, köle kızların memelerinde bulduğu yasak aşkı… Ve yakınıyordu hayatın anlamsızlığından. Hayatın anlamsızlığından yakındıkça daha çok seviyordu vatanını ve karısını. Vatanını ve karısını daha çok sevdikçe, daha çok öldürüyordu köle kızlarını. Durmadan aşktan bahsediyordu alafranga. Sözleri; iyi terbiye edilmiş ve yeleleri gümüş taraklarla taranmış tırıs giden bir atın, esaretine benziyordu. Sahibine muazzam bir eser gibi gözüküyordu yani. Ve atlarına da aşıktı alafranga. Ormanda geyiklerini, savaşta düşmanlarını ve sokakta insanlarını onunla avlıyordu. Ve kölelerini de seviyordu alafranga. Çünkü ona hayatın anlamsızlığını algılayacak kadar boş vakit veriyorlardı.

Oysa o an o masada, ikimizin de zenciydi gözleri. Her sabah 40 kere kırbaçlıyorlardı bizi. Ve Kahire’de susamıştık. Düpedüz Marakeş’tik. Henüz kılıçlarımıza davranmamış ve ilk ilahi düelloyu yapmamıştık. O an o masada, Carmen’i öldüren aşık askerdik. Seviyorduk, onun için öldürüyorduk henüz. O masada, ellerimizi ellerimize değdirmeden ve de boyunlarımızı öpmeden öylece oturuyorduk. Avrupa’nın ortasında devrimci Çingenelerdik ve az sonra 19unda bakir ölecektik. Oysa fethetmek istiyorduk birbirimizi. Ellerimizi, göğsümüzü, saç diplerimizi, ayak parmaklarımızı, içlerimizi ve dışlarımızı…

- Sözü neden aşka getirdiniz bayım? Sizinle bu sohbeti yapamayacak kadar çok aşık olduk. Büyük ve kederli bir tarih yazdık. Ve resmi ölü sayısı, hiçbir zaman gerçek sayıyla uyuşmadı. Sizinle yan yana ya da karşılıklı oturabiliriz. O derin gözlerinize bakabiliriz ikimiz beraber ki her birinde keşfedilmemiş ormanlar var, görüyorum. Ve kuzeyleri yosun tutmuş ağaçlarının heybetli gölgelerini de… Bir parkta yan yana oturup yeni ölmüş dedemi özleyebiliriz ikimiz beraber. Ya da uzanabiliriz yan yana. Benim yorgun yüzümü sevebiliriz ikimiz beraber. Öylesine susabiliriz. Medeniyetten hiç bahsetmeyebiliriz öylesine ikimiz beraber. Hiçbir kurtuluş savaşının hiçbir köleyi kurtarmadığını fısıldayabiliriz birbirimizin zenci gözlerine, uzanırken öylesine. Öpüşebiliriz, öylesine… Çünkü ne gereksiz, öpüşmek varken aşktan bahsetmek. Ne gereksiz, omzumuzun ardından sözlerimizi izlemeye, hatta lafa dahil olmaya çalışan bir zamanların adamlarına ve kadınlarına cevaplar yetiştirmek. Ne gereksiz, karşılıklı yenilgilerimizi dinlemek. Savaş meydanlarından daha yeni dönmüşken; ne gereksiz, geri dönüp kalan yaralıları öldürmek. Ne gereksiz; temiz kırlarda pastoral sevişmek varken, fırtınalı eski denizlere korsan açılmak, o upuzun şamdanlı masalarda dimdik oturmaya çabalayıp durmak. Yani aslında ne gereksiz, alafranga olmaya çalışmak…

E.A.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder