19 Haziran 2010 Cumartesi

AntiCV



Tümsek tümsek yaralarımın üzerinde yükseliyorum. Anı deniyor onlara, bilirsiniz. Ölmenin binbir türlü hali var. Ben, "-den" halindeyim. Ölmek-ten geçtim, bu ikinci gelişim. Hafızam, beynimi oyuyor. Çocuklar tepiniyor beyin denen kıvrımlı salatamın üzerinde. Birileriniz limon sıksa belki daha iyi olacak. Zinhar!

Ulusalcı bir anne ve sosyalist bir babadan olma, küçük burjuva bir hayatta boğulma, tiyatroya ve sergilere giderek kendini imha etme (bu bir politik eylem değildir) ve sanata güvenme salaklığına gark olma biriydim. Babamla Çiçek Pasajı'na giderdik. Babam bira içerdi, bense coca cola ve Arnavut ciğeri yerdik. Cola içmem sosyalist babamı pek rahatsız etmezdi. Ne de olsa çocuktum ben. İlk barbie bebeğimi de o almıştı.

Annem ve özellikle de babam ülkeyi kurtarmakla meşgul olduklarından, çocukluğumu kendi içimde büyüttüm. Orası küçük bir kasabaydı ve dedemle ananem de vardı. Bahçede 7 tane kedim. Bir de akşamsefalarım... Çocukluğum akşamsefalarına şaşırarak geçti. Akşamın olduğunu nasıl anladıklarını bir türlü çözemedim. Gözleri yoktu ki! Ve de geceye neden küstüklerini… Akşam olduğunda kasabada ne kadar karga varsa, bizim bahçenin üzerinde dönüp dururlardı. Tuhaf bir keder taşırlardı bana; hüzünlenirdim. Devrime inanmayan annemi ve devrim yapacaklarını duvarlara nakşeden babamı özlerdim; 80 sonrası bütün solcu çocuklarının özlediği gibi. Solcu çocukları, anneleri ve babaları yanlarında olsa bile özler onları. Çocukluğum, annemin vatkalı tunikleri ve babamın devrimci atkısı arasında geçti… Memleketin özetini çıkarmıştık.

10 Kasımlarda özellikle beyaz leblebiyle rakı içerdi annem. Mustafa Kemal'in erdemlerinin anlatıldığı programlar izlerdik. Biz, resmi bayramlara da en az dini bayramlar kadar değer veren bir aileydik. Balkan Harbinde Selanik taraflarından göçmüştük ve sülalecek Atatürkçü'ydük. Belki de Mustafa Kemal'e biraz hemşeri torpili yapıyorduk. Ama kimse bunu açıkça itiraf etmiyordu elbette. 29 Ekimlerde dedem beni Fener Alayına götürürdü. Bütün bayramlar aslında çocuklar içindir, büyükler bunu bilmez! O yüzden çok severdim Cumhuriyet Bayramını. Kasabanın bir tane büyük caddesi vardı, orada yürürdü askerler ve neşeli marşlar çalardı bando. Asker Gazozu içerdik biz dedemle. Ananem evde balık kızartırdı. Ya da tavuk yahnisi yapardı. O yıllarda tavuklar, canlı alınır; evde kesilir, yolunur ve haşlanırdı.

TRT1'de haberleri izlerdik. Ben TRT2'de Fame'i ve Pop Saati'ni. Onca kitabın arasında en çok resimli ansiklopedilerimi severdim. Dedeme okuturdum hep. O okurken ben hayal kurardım. Tüm balık cinsleriyle beraber uçsuz okyanuslarda yüzer, Antartika'ya varır, Neil Armstrong'la beraber aya çıkardım. Oradan da Küçük Ayı ve Büyük Ayı'ya seyahat ederdim. Astronot olacağımdan ve ilk uzaylıları bulacağımdan öyle emindim ki, sabırsızlanıyordum. "The truth is out there"di ve ben bunu X Files'tan çok önce biliyordum.

Babam için tek yol, devrimdi. Sınıf mücadelesinin en büyük ve tek mücadele olduğuna inanıyordu. Babamın sosyalist olmak için sağlam gerekçeleri vardı. Annemin de ulusalcı olmak için. İstanbul olmaya özenen bir kasabada esnaftan zengince bir ailenin okutulmuş kızıydı. Babamsa, çoban olmaktan son anda kurtulmuş ve ömrü yatılı okullarda geçmiş, ne elde ettiyse kendi başarmış zeki bir adam. Annem burjuvaya inanıyordu, babamsa onu yıkmak istiyordu. Çocukluğum bu mücadelenin arasında geçti. Annemin vatkalarından, babamın yeşil parkasına uzanabildim en çok.

80'li yıllar, tarihimizin son kişilik sahibi yıllarıydı. 80'ler gezegeni, benim en sevdiğim gezegendi. Babamla ışıkları kapatır; Culture Club, Orson Welles, Demis Rouses, Bill Ocean, WHAM, Stevie Wonder, Animals, King Crimson, Eagles dinlerdik. Ama plakların devri geçiyordu. Kasetler büyük lükstü. Zülfü Livaneli'nin kasetlerini dinler, müzik setinin ışıklarında ufolar bulurdum. Babam kocaman kolonlar almıştı ve her kaset için özenle ayarlardı ekolayzırı. Karlı Kayın Ormanı, benim ninnim olmuştu. Babam söylemezse, uyumuyordum. Babam söylerken Nazım'ı düşünüyordu. Bense girip yerden selamlıyordum hane içindekileri. Ve sarı sıcaktı odamın lambası.

Annem ve babam kütüphanemizdeki bütün kitapları okumuştu. Bense hepsinin kapaklarına saatlerce bakmıştım. En çok Rus klasiklerini seviyordum. Onların kapakları film gibiydi. Öyle güzel hayal kuruluyordu ki… Okumayı öğrenince, içlerinin kapakları kadar eğlenceli olmadığını gördüm. Şeker Portakalı'nı okuduktan sonra, günlerce ağladım. Şeker Portakalı, benim okuduğum ilk gerçek hikayeydi. Ondan öncesi Cin Ali ve Ayşegül'ün Gulliver'i kıskandıracak gezileri arasında geçmişti. Bir de Jules Verne benim kahramanımdı. Büyüyünce evleneceksem Jules Verne'le evlenmeliydim. Beni aya götürebilecek tek erkek, Jules Verne'di. Ama aslında her kız çocuğu gibi, babama aşıktım biraz. Annem aramızdaki aşkı pek kıskanıyordu.

Yaşar Alptekin'in ve Banu Alkan'ın ciddiye alındığı yıllardı 80'ler. Bütün apolitikler sokaklarda break dans yapıyordu. Ve overdozdan gençlerin öldüğü o yıllarda, eroine gerçekten de "beyaz" ya da "mal" deniyordu belki de. Yaşım bunu bilmeme elvermiyordu. Babam, bir bir içeriye alındıktan sonra, mecburiyetten onunla selamı sabahı kesen dostlarına ağlarken, biz annemle videoda korku filmi seyrediyorduk. Bu nasıl bir ironiydi, biz bile bilmiyorduk. Babamsa bizim bu tutkumuzu bir türlü anlamıyordu. Onun bir filmi izlemesi için "gerçek öykü" olması gerekiyordu. Babam gerekmedikçe roman bile okumuyordu zaten. Kitaplığın bir rafında, darbenin gazabından son anda kurtulmuş ve yakılmamış "fikir kitapları" vardı onun. Bir altındaki rafta da, darbede evi arayan askerleri kandırmak için alınmış fotoromanlar.

Babam, etrafında olup bitenden haberdar olan biri olmamı arzu ediyordu. Annemse solcu olmamdan ve başıma bir şeyler gelmesinden korkuyordu. Dünyayı ben mi kurtaracaktım? Ve bunun soğuk savaşı yapılıyordu aralarında. Ancak ikisi de bunu birbirlerine itiraf etmiyorlardı. Çocukluğum, ailemizin bu derin devletinde hırpalanan gizli nesne olmakla geçti.

Ben bir neslin özetiydim. Ve beni hiç kimse temize çekmedi. Hatalarımın üzerine kabaca çizilmiş çizgilerimle, "unutma" vasfından yoksunum. Bu özelliğim, beni kendi neslimden ayıran tek özelliğim. Çünkü benzer buhranlarda büyüyen "80 Kuşağı"nın, o kuşağın babaları ve annelerince nefret edilen yegane özelliğidir, unutmak ve umursamamak. Bizler; 80'lerin tüm çocuk hayaletleri, bir "Ghost Town"da, bir zamanın devrimcilerinin karalama defterleriyiz.

Şimdilerde büyük bir iktidar savaşı yaşıyor gene bu ülke. Darbeyi yaşamış olanlar, bu yaşananların da bir darbe olduğu iddiasında. Devletin varlığı yeterince can sıkıcı değilmiş gibi, bir de derin devletin el değiştirmesine tanıklık ediyoruz cümbür cemaat. Sosyalist babam bu durumu hiç de şaşırmadan, ulusalcı annemse kaygıyla takip ediyor. Onca şeyin ortasında en büyük korkusu şeriat. Babamsa gittikçe zombileşen bu ülkenin insanlarının arasında avuçlarından kaymakta olan devrimi izliyor. Ölmenin binbir türlü hali var ve ben, "-den" halindeyim. George A. Romero tanrı olmalı!


E.A.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder