19 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Şehir - İki Kum Saati


Seninle bir şehre gidelim. Topla bavulları, anıları ve fotoğrafları. Değneklerini ben taşırım. Rüyaya dalmak gibi olsun. Gidelim! Bahçesinde çiçekler yetiştirebileceğimiz evleri olsun küçük küçük. Beyaz zambaklar ve güller mesela. Çiçekleri sevebileceğimiz bir bahçe. Yaşlı kadınlar, ölmüş kocalarının saçını okşar gibi severler ya çiçeklerin yapraklarını; işte öyle. Varsın salonumuzda yaldızlı möblelerimiz olmasın. Varsın parlak ve çiziksiz, gıcır gıcır misafirlik sevinçlerimiz olmasın. Sevinçlerimizle birbirimizi sarmaladığımız bin yıllık koltuklar üzerinde, battaniye altında uyuyalım. Sevinçlerimizin sivri ve şefkatli dikenlerini birbirimize batıralım. Kan kardeşi oluruz, varsın öyle olsun hem de… Pıhtılaşıp yapışalım; aynı anda kururuz. Akşam sefaları, aynı anda boynunu büker ya güneşe, işte öyle. Pikabımız bizi söylesin o anda. Hüzünlere göğüs gerebilmenin gururunu yaşatan, oylumlu gırtlaklarda yumuşatılmış ezgiler vardır ya; Ferrer, Segundo, Gonzáles mesela, işte öyle. Alto Cedro’dan Marcane’ye gidelim mesela…

Seninle bir şehre gidelim. Adını biz koyalım. Göğünü biz boyayalım. Sokaklarını biz çizelim. Kalbimiz gibi buruk atsın, kıyılara vursun, mercan savursun o yorgun sokaklar. Nemli okyanus ülkelerinin sahil şehirlerinde, heyecanlı kızların titrek sinesine damlar ya hani dalgalar ve mercanlar, işte öyle. Dalgaları büken rüzgarlar, kızların da saçlarını büker ya rumbanın tam da kalbinden; işte öyle bükülsün sokaklar da. Sonra o sokaklarda sabırla yazın gelmesini bekleyelim. Belki evimizin yanındaki yoldan, neşeli bir arabacı geçer. Atlarımızı dağlara sürmemizi söyler Bustamante. Yaza kadar, çiçekler görmeden ağlayalım. Gardenyalar üzülmesin. Yazın meyve ağaçlarını sağarız, katacak bir vodkamız olur elbet.

Seninle bir şehre gidelim. Orada birbirimizi sevelim. Eski şamanlar, ağaçları ve otları severek öğrenir ya hayatı, ve tecrübe ederek huzursuz ruhları; biz de öyle öğrenelim. Senin dalların, benim topraklarımdan beslensin. Hışır hışır huzurlanırız; demlenir gibi semaverli parklarda. Sahnede şarkısına sarılıp onunla dans eden, sevişen, onunla devleşen, yücelen ve insanlıktan sıyrılan kanatlı şarkıcıları tutku dolu gözlerle izlemek nasıl bir şeyse; o şehirde, birbirimizi de öyle izleyelim! Hayranlıkla mayışmış gözlerimizi, birbirimizin ruhunda gezdirelim! O şehirde, boyu elindeki gitarını geçmeyen sokak çalgıcıları olsun. Gitarlarını tutkulu bir aşkla sevelim. Hünerli ellerinden süzülenlere ağzımız açık kalsın her seferinde. Ellerimizi hiç bırakmadan şapkalarını dolduralım.

Seninle bir şehre gidelim. 80 yıldır şarkı söyleyen bir adamın kumlu gözlerinde biriktirdiği hayatlara, birbirinden değerli kederlere değeriz. Yorgun ama heybetli sesinin bizi de öğütmesine izin veririz. Orada, naif ve bilge bir kral gibi tahtındadır. Çatlak avuçları, topraktan bile eskidir. Orada, o şehirde, o kral gibi yaşlanırız. O kumlu gözlere bakarak, 60 yıl sadece birini sevmek nasıl bir hediye, anlamaya çalışırız. Candela, biz de yanarız. İki kum saatini karşılıklı koyar, birbiriyle yarıştırırız.

Seninle o şehre gidelim. Bırakalım buraları. Gidelim! İlla da bir yerlere gitmemiz gerekmez biliyorsun değil mi? Ama gidelim. Kendi şehrimize gidelim. Oralar hep bizim olsun. Gözümüzün gördüğünce hem de. Uçarız da her gece. Hani ilk kez aşık olan bakir delikanlılar, her şeyi yapabileceklerine inandırır ya kendilerini, işte öyle. Alto Cedro’dan Marcane’ye gidelim mesela…

E. A.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder